KEŞKE ERKEK OLSAYDIM

Charlotte Perkins Gilman

Çeviri: Kerim AKAT


“Keşke erkek olsaydım…” bu, küçük güzel Mollie Mathewson’ın Gerald’dan istediğini yapmadığı zaman söylediği şeydi ki bu sıklıklaydı.

Bu, böyle hoş bir sabahta küçük yüksek topuklu terliklerinin çıkardığı seslediği şeydi ve sadece eşine ilk defa vermeyi unuttuğu ve ikincisinden de korktuğu, uzun “hesap özeti” yüzenden eşinin çıkardığı yaygara içindi. Artık eşi bunu postacıdan kendisi almıştı.

Mollie “doğru kadın tipiydi”. “Doğru bir kadın” nasıl saygıyla söyleniyorsa, o bunun güzel örneğiydi. Elbette küçüktü ama her doğru kadım büyük olamazdı. Elbette güzeldi ama her doğru kadın sade olamazdı. Tuhaf, kaprisli, çekici, değişkendi. Güzel kıyafetlere yakışan ve her zaman “harika giyinen”, olağan dışı övgüyü hak edendi. (Övgü kıyafetlere hitap etmez; bazıları giymesini beceremez. Bazılarına hitap eder ve onlar öyle giyerler; kıyafetler üstlerine öyle oturur ki bu çak az rastlanır.)

Ayrıca “toplumsal yeteneği” ve “toplum sevgisi” olan, sadık bir anne seven bir eşti. Pek çok kadınlar gibi sevgi dolu, eviyle gurur duyan ve gücü yettiğince evi için gayretli olandı.

Eğer doğru bir kadın varsa, bu Mollie Mathewson’dır; yine de bir erkek kalbi ve ruhu dilerdi hep.

Ve birden oluverdi.

Patikada yürüyen, dik ve köşeli omuzlu; her sabahki gibi tren yetişmek için koşuşturan Gerald’ı artık ki bu mizacının bazı halinde itiraf edilmeliydi.

Sözleri kulağını gıdıklıyordu; sadece son sözü değil daha öncekileri birçoğu da. Dudağını sımsıkı kapatıyordu, üzüleceği bir şeyi söylememek için. Ancak küçük kız, bulunduğu durumda boyun eğmeyi değil; üstün gurur, zayıflığın çekiciliğini ve mizacına rağmen “Ona karşı kibar olmalıyım” diye hissediyordu.

Bir adam! Farklılığı hissedebilecek bir bilince sahip gerçek bir adam.

Başlangıçta ekstra büyüklüğün ve kilo ile bedenin verdiği gülünç duygu vardı. Eller ve ayaklar tuhaf bir şekilde büyük görünüyordu. Uzun, düz, özgür bacakları patikada ileri doğru adım atıyordu ki bu ona köy yolundaymış gibi hissettirdi.

Bu tez geçti ve gittiği her yerde biraz daha olgunlaşıyordu. “Doğru beden” olmanın verdiği yeni ve hoş duyguyu tattı.

Artık her şey yakışıyordu. Sırtı koltuğa oturuyor, ayakları özgürce yere basıyordu. Ayakları? ... Ayakları! Okul günlerinden bu yana yere basarken hiç böyle rahat ve özgür hissetmemişti; (Yürüdüğünde ayakları sağlam ve güvenilir basıyordu; hızlı, çevik, güvenli.) tıpkı farkında olmadığı bir güç tarafından arabanın arkasından koşup, yetişip bindiği zamanki gibi.

Diğer bir güç değişiklik için uygun bir cepte aranıyordu; aniden dışarı kondoktör için bir nickel ve haberci genç için bir penny çıkardı.

Bu cepler açığa vurma gibi oldu. Elbette biliyordu orada olduklarını, saymıştı, onlarla neşelenmişti, hatta yerinmişti; cepleri olmanın ne hissettirdiğini hiç hayal etmemişti.

Acil durumlarda istediği an elde edebileceği için, gazetesinin arkasında bilincine tuhafça bir cebinden diğerine geçmesine müsaade etti. Puro kutusu ona sıcak bir rahatlama hissi verdi. (Doluydu; sıkı bir şekilde dolma kalemini tutuyordu. Anahtarlar, kurşun kalemler, mektuplar, dökümanlar, kontrol defteri ve hesap dosyası dolma kalemin kafasına dokunmadığı sürece güvendeydi). Bir keresinde, içini titreten güç ve gururla hayatı boyunca hiç hissetmediğini hissetti; paraya sahip olma, kendi kazandığı paraya. Onunki vermek yada saklamak; yalvarmak, takılmak, dil dökmek kendisi için.

Bu hesap, (Neden Mollie’ye gelmiş olsun ki) onaydı. Gerald elbette ödemişti, gider olarak ve hiç ona bahsetmedi.

Sonra, o olarak, cebindeki parlara rağmen oraya öyle rahat oturdu ki kendisine para hakkındaki uzun hayat bilincini canlandırdı. Delikanlılığı; istekler ve hayaller, hırslar, gençliği; onun için iyi bir yuva kurma düşüncesi. O yıllar tehlikelerin, dikkatlerin ve umutların ağıyla, şimdi ise bir plan için bir cente ihtiyaç duyduğunda dikkatsizliğin ve uygunsuzluğun anlamına geliyordu. Ayrıca insanlar böyle uzun “hesap özetini” sevmezlerdi.

“Kadınların iş duygusu yok” diye mırıldanırken buldu kendini. “Ve bütün bu paralar sadece şapkalar için; aptal, kullanışsız, çirkin şeyler için!”.

Bununla birlikte arabada kadınların şapkalarını görmeye başladı; sanki daha önce hiç görmemiş gibi. Erkekler normal, ağırbaşlı, kişisel zevklerde kararlı ve her yaşta ve stilde ayırt edici görünüyordu ki bunu önce hiç fark etmemiş gibiydi. Ancak kadınlar ki…

Bir adam aklı ve gözüyle; saçlarına öylesine oturmuş şapka ile bütün hayatı boyunca özgür davranış hatırasıyla handikapsızdı ve artık kadın şapkasını kabullenmişti.

Oldukça kabarmış saçlar bir kere çekici ve aptaldı. Saçlar her açı, renk ve çarpıklıkla yana yatırılmış, bükülmüş, saçlara işkence edilmiş gibi şekilsiz nesneler takılmıştı. Sonra saçın şekilsizliklerini süsleyen, sert durmasını sağlayan sıvı ve kurdeleler; uçuşan, dağınık yanındaki kişinin yüzüne işkence eden tüyler.

Mollie, hesabı ödeyen bu idolize milyonerin insan kılığına sokulmuş bir maymun gibi görüneceğini ömrü boyunca hayal bile etmemişti.

Yine de Gerald Mathewson diğerleri kadar aptal fakat güzel, tatlı bakan bu bayana arabaya bindiğinde kalktı ve yerini verdi. Ve daha sonra şapkası diğerlerinden daha vahşi, daha canlı ve tuhaf şekilde olan kırmızı yanaklı güzel kız binip onun yanına dikeldiğinde, dalgalı zülüfleri onun yüzüne birkaç kez dokununca, aniden içten gelen dokunma duygusunu yaşadı. Kız binlerce şapkanın altına saklanmak istercesine utandı.

Sigara içilen kısma oturduğunda onu yeni bir sürpriz bekliyordu. Oradaki herkes onun gibi işten eve, evden işe gelip gidenlerdi ve çoğu onun arkadaşıydı.

Kendilerini ona “Mary WAde’in eşi”, “Bella Grant’ın nişanlısı”, “Zengin adam Shopworth” ya da “İyi adam Beale” olarak gizlemişdiler. Sonra da hep birlikte şapkalarını çıkartarak, başlarını eğip selam verdiler, kibar konuşmalar yaptılar; özellikle Bay Beale.

Şimdi gelen adamları olduğu gibi bilen uyanık tanıdıklarının duygularıydı. Bu bilginin temel dayanağı onu hayrete düşürmüştü. Bütün bu konuşmaların dayanağı; delikanlı çağından, berber salonlarındaki ve kulüplerdeki dedikodulardan, sabah akşam tren yolculuğu esnasındaki konuşmalardan, politik ilişki bilgilerinden, iş hayatından, kişilerden ibaretti. O bunu daha önce hiç duymamıştı.

Hepsi bir bir geldi ve Gerald’la konuştu. Oldukça popüler görünüyordu. Ve onlar konuştukça her insanın düşüncelerini içeren yeni bilgi ve anlayış, ürpertici bilginin altında sular altında kalmış bilince döküldü ki bu erkeklerin gerçekten kadınlar için düşündüğüydü.

İyi Amerikan erkekleri neredeyse ordaydı; çoğunlukla evli ve mutluydular ki mutluluk da onlar için genel bir durumdu. Her birinin de aklında, geri kalan düşüncelerinin tamamından ayrı çift hikayeli bölüm bulunuyordu ki burada kadınlarla ilgili duygu ve düşüncelerini saklıyorlardı.

Üst yarısında, hassas duygular, en mükemmel fikirler, en tatlı anılar, “yuva” ve “anne” gibi en içten hisler, en kibar sevgi sözcükleri henüz açık alanlarda görüşülen sevgiliyle paylaşılıyor ve gizli bir heykeli barındıran mabet gözü kapalı tapılıyordu.

Alt yarısında saklı kalmış bilinçler, fikirlerin bütününü tuttukları keskin acıyı uyandırıyordu. Burada, onun saf kalpli kocasında bile, erkeklerin akşam yemeklerinde anlatılan hikayeler, sokakta ve arabalarda duyulan en kötü şeyler, kaba sözcükler, görgüsüz tecrübeler paylaşılmamasına rağmen biliniyordu.

Ve bütün bunlar “kadın” bölümünde olurken aslında beynin geri kalan kısmında gerçekten yeni bilgiler yer alıyordu.

Dünya görmemişti daha önce; sadece kendi büyüdüğü dünyayı görmüştü ki bu yalnız evini kapladığı alandı ve geri kalan “yabancı” ya da “keşfedilmemiş ülke” idi. Ancak dünya erkeklerin dünyası olduğu için onalar tarafında görülüyor ve yaşanıyordu.

Baş döndürücüydü. Çeşitli teknik madde ve metodlarla yapılmış evleri hızlı giden arabanın camından görmek, geçtiği bir köyün sahibinin “kim” olduğu ve onun nasıl bir güce olduğu bilinmeziyle görmek ya da taş döşemelerin başarısızlığını görmek, dükkanları ilgi çekici nesnelerin sergisi olarak değil, ticaretin riske attığı, bazı karlı bir yolculuk gibi görmek şaşırtıcıydı. Bu yeni dünya onu şaşırtmıştı.

Onun hala kafasına taktığı hesabı, Gerald çoktan unutmuştu. Gerald bu adamla “ticaret” konuşuyordu, diğeriyle “politika” ve şimdi de dikkatlice komşusunun sorunlarıyla ilgileniyordu.

Önceden Mollie komşusunun eşine sempati duyardı.

Mollie bu baskın erkeksi bilinçle şiddetle mücadele etmeye başladı. Okuduğu şeyleri, duyduğu konferansı aniden hatırladı ve giderek erkek bakış açısıyla dolmuş beyinlere gücendi.

Ve şimdi caddenin karşısında oturan küçük yaygaracı adam, Bay Miles konuşuyordu. Kendisini beğenmiş bir eşi vardı. Mollie, onun eşinden hiç hoşlanmazdı; ama onun için iyi düşünürdü ve nezakette kusur etmezdi.

Ve şimdi Gerald’la konuşuyor; öyle konuşma ki…!

“Buraya gelmelisiniz” dedi. “Yerimi oturması gereken bayana verin. Düşündükleri zaman anlayamayacakları bir şey yoktur demi?”

“Korkmayın” dedi bir sonraki koltuktaki iri adam. “Düşünecek kadar beyinleri yok, bilirsiniz ki düşünselerdi kafalarını değiştirirlerdi”.

“Gerçek tehlike” muhterem Alfred Smythe, piskopozluğa yükselmek isteyen papaz, zamanın çizgilerini yüzünde taşıyan, ince, uzun adam başladı konuşmaya. “Bu tanrının göstermiş olduğu dünyada sınır aşmak demektir”.

“Onların doğal sınırları belirlenmiştir, sanırım” diye yanıtlayarak başladı söze Dr. Jone. “Fizyolojiden kaçamazsınız, size söylemiştim” diye devam etti.

“Ben bizzat hiç sınırlama görmedim; ayrıca neyi istemesinler” dedi Bay Miles. “Oldukça zengin bir eş, hoş bir ev, bitmez kıyafetler, en son aletler, az görülen mücevherler ve dahası… Bizi fazlasıyla meşgul eder” diye bitirdi sözünü.

Geçeneğin karşısında, yorgun, orta yaşta bir adam vardı. Her zaman şık giyinen bir eli ve üç bekar kızı vardı ki onlarda lüks giyinirdi. Mollie onları tanırdı. Mollie onun çok yoğun çalıştığını biliyordu ve şimdi ona biraz endişeli bakıyordu.

Fakat neşeli bir şekilde gülümsedi.

“İyi misin, Miles” diye sordu. “Bir adam daha başka ne için çalışabilir ki…! İyi bir kadın dünyadaki en güzel şeydir” diyerek sözünü bitirdi.

“Ve kötüsü de en kötüsüdür” diye karşılık verdi Bay Miles.

“Profesyonelce bakıldığında, o hoş görünüşü olan zayıf bir kız” Dr. Jones ağırbaşlılıkla ileri sürdü. Muhterem Alfred Smythe sözlerine ekledi; “O dünyaya kötülüğü getirdi”.

Gerald Mathewson düz oturdu, bilmediği bir şeyler dönüyordu içinde. Ancak buna dayanamıyordu.

“Bana öyle geliyor ki hepimiz Noah gibi konuşuyoruz.” Daha kötüsü olabilirdi dercesine söze girdi.

“Ya da eski Hint Mukaddes Kitabındaki gibi. Kadınların yapamayacağı şeyler vardır; tanrı bilir ki biz erkeklerin de. Lisede ve üniversitede kızların en bizler kadar zeki olduğunu bilmiyor muyuz?” diye bitirdi sözünü.

“Oyunlarımızı oynayamıyorlar” diye soğuk bir şekilde yanıt verdi Papaz.

Gerald kadın ve erkeklerin durumunu tekrar gözden geçirdi.

Mütevazı bir şekilde itiraf ederek; “Ben özellikle futbolda hiç iyi değilim. Bilirim ki kadınlar erkeklere nazaran daha kalıcılar. Ayrıca hayat spordan ibaret değil” devam etti.

Ne yazık ki bu doğruydu. Hepsi, yalnız oturan, cılız giyinmiş, paçavra adamın olduğu geçeneğe baktı. Fotoğraflı olan, ana başlıklı köşe yazısını tutuyordu elinde. Hepsinden çok daha az kazanan biriydi.

“Artık uyanmalıyız” diye tartışmaya devam etti Gerald. “Bana kalırsa kadınlar da insandır. Biliyorum onlar soytarı gibi giyiniyorlar; ancak bu yüzden kimi suçlayabiliriz ki? Bütün bu aptal şapkaları biz icat ettik, bu çılgın modaları biz dizayn ettik ve dahası bir kadın sağduyusuyla giyinecek olsa hangimiz onunla dans etmek ister?” diye bu alışılmadık konuşmayı sürdürdü.

“Evet, onları bize bağlı olmakla suçluyoruz; fakat eşlerimizin çalışmalarına müsaade ediyor muyuz? Etmiyoruz, çalışmaları gururumuza dokunuyor, hepsi bu. Onları her zaman çıkar gözeten evlilik yaptıkları için suçluyoruz; ancak beş parasız, çulsuzun biriyle evlenen kıza nasıl bakarız? Sadece acınası, sefil diye nitelendiririz, hepsi bu. Ve onlar bunu biliyor”.

“Havva ana için; orada değildim ve hikayeyi de inkar edemem ama şunu söyleyeceğim. Eğer o dünyaya kötülüğü getirdiyse, biz erkekler devam edip gelen bu aslanın kısmına sahibiz; buna nedersiniz?”

Şehre geldiler. Bütün iş boyunca, Gerald yeni düşünce ile yabancı duyguların ve Molllie’nin sular altında kalmışları öğrendiğinin çok az bilinciydi.

SON GECE

Ray Bradbury

çeviri: Simge Ölmez

“Bu gece dünyanın sonu olduğunu bilseydin ne yapardın?”

“Ne mi yapardım? Sen ciddi misin?”

“Evet, ciddiyim.”

“Bilmiyorum, hiç düşünmemiştim.”

Adam biraz kahve koydu. Arkada, iki kız çocuğu salondaki küçük halının üzerinde, yeşil rüzgar fenerinin ışığında oyun küpleriyle oynuyorlardı. Akşam esintisinde doğal ve sade bir kahve kokusu vardı.

“Pekala düşünmeye başlasan iyi edersin,” dedi adam.

“Ciddi olamazsın!”

Adam ciddi olduğunu başıyla onayladı.

“Savaş mı?”

Adam hayır anlamında başını salladı.

“Hidrojen veya atom bombası değil mi?”

“Hayır.”

“Peki ya biyolojik savaş?”

“Bunların hiçbiri değil,” dedi adam kahvesini karıştırırken.

“Fakat diyelim ki bu, bir kitabın kapanışı.”

“Anladığımı sanmıyorum.”

“Hayır, bende anlamıyorum gerçekten. Bu sadece bir his. Bazen beni korkutuyor, bazen de hiç korkmuyorum, aksine huzur dolu oluyorum.” Bir an, kızlara ve onların lamba ışığında parıldayan sarı saçlarına baktı. “Sana hiçbir şey söylemedim. Bu bana ilk, dört gece önce oldu.”

“Ne?”

“Gördüğüm bir rüya. Rüyamda her şeyin sona ereceğini gördüm ve bir ses bunun olacağını söyledi. Hatırladığım hiçbir ses gibi değildi ama nihayetinde bir sesti işte ve dünyadaki her şeyin sona ereceğini söyledi. Ertesi gün bunun üzerine pek durmadım ama daha sonra iş yerine gittim ve Stan Wills’i öğle ortasında pencereden dışarı bakarken gördüm ve ona ne düşünüyorsun bakalım Stan?, dedim. O da, geçen gece bir rüya gördüm, dedi ve o daha rüyayı bile anlatmadan ben ne olduğunu anladım. Ona söyleyebilirdim ama o bana anlattı ve ben de onu dinledim.

“Aynı rüya mıydı?”

“Aynısıydı. Stan’a aynı rüyayı benim de gördüğümü söyledim. Şaşırmış görünmüyordu. Hatta rahatlamıştı. Daha sonra iş yerine doğru yürümeye başladık. Planlanmış değildi. ‘Haydi yürüyelim’ dememiştik. Sadece kendi başımıza yürüdük ve her yerde masalarına, ellerine ya da camdan dışarıya bakan insanlar gördük. Birkaçı ile konuştum. Stan’da öyle yaptı.”

“Ve hepsi rüya mı görmüştü?”

“Hepsi. Aynı rüya, hiçbir fark yok.”

“Buna inanıyor musun?”

“Evet, hiç bu kadar emin olmamıştım.”

“Peki ne zaman duracak? Yani, dünya demek istiyorum.”

“Bizim için gece boyunca herhangi bir zamanda ve gece, dünyayı tararken, bu da gerçekleşecek. Bütün hepsi yirmi dört saat sürecek.”

Bir süre kahvelerine dokunmadan oturdular. Sonra fincanlarını yavaşça kaldırdılar ve kahvelerini birbirlerine bakarak içtiler.

“Bunu hak ediyor muyuz?” dedi kadın.

“Bu, hak edip etmeme meselesi değil, işler böyle yürümüyor. Fark ettim ki bu konuda tartışmıyorsun bile. Neden?”

“Sanırım bir sebebim var,” dedi kadın.

“İş yerindeki herkeste olan sebep mi?”

Kadın başıyla yavaşça onayladı. “Hiçbir şey söylemek istemedim. Geçe gece oldu. Ve bugün apartmandaki kadınlar aralarında bununla ilgili konuşuyorlardı. Yalnızca bir rastlantı olduğunu düşündüm.” Gazeteyi eline aldı. “Gazetede bununla ilgili hiçbir şey yok.”

“Herkes biliyor bu yüzden gerek yok.”

Adam kadına bakarak sandalyenin arkasına rastlandı. “Korkuyor musun?”

“Hayır. Hep korkacağımı düşünmüştüm ama korkmuyorum.”

“Üzerinde çokça konuştukları şu kendini koruma iç güdüsü nerede?”

“Bilmiyorum. Mantıklı şeyler söz konusu olduğunda çok heyecanlanmazsın. Bu mantıklı. Yaşadığımız hayat tarzında bundan başka hiçbir şey olmadı.”

“Çok kötü değildik değil mi?”

“Hayır, ama son derece iyi de değildik. Sanırım sorun da bu ki dünyanın büyük bir bölümü bir sürü berbat şeyle meşgulken, biz birbirimiz dışında pek bir şey ile uğraşmadık.”

Kızlar salonda gülüşüyorlardı.

“Ben her zaman böyle bir durumda insanların sokaklarda çığlık atacaklarını düşünmüştüm.”

“Ben sanmıyorum. Sen gerçek bir şey için çığlık atmazsın.”

“Biliyor musun, sen ve kızlar haricinde hiçbir şeyi özlemeyeceğim. Şehirleri, işimi ya da üçünüz dışında herhangi bir şeyi asla sevmedim. Belki de havada ki değişiklik ve sıcakken bir bardak buzlu su içmek dışında ki tek bir şeyi bile özlemeyeceğim ama belki uyumayı özleyebilirim. Nasıl burada oturup, bu şekilde konuşabiliriz?”

“Çünkü yapacak başka hiçbir şeyimiz yok.”

“Tabi ki, işte bu. Çünkü eğer olsaydı, onu yapıyor olurduk. Sanırım dünya tarihinde ilk defa herkes gece boyunca ne yaptığını biliyor.”

“Bu akşam başkalarının ne yapacağını merak ediyorum, önümüzdeki birkaç saat.”

“Bir gösteriye giderler, radyo dinlerler, televizyon izlerler, iskambil oynarlar, çocukları uyuturlar, kendileri uyurlar. Her zamanki gibi.”

“Bir şekilde bu gururlanılacak bir şey --- her zamanki gibi.”

Bir an öylece oturdular ve sonra adam kendine bir fincan kahve daha koydu. “Neden bu gece olduğunu düşünüyorsun?”

“Çünkü.”

“Neden geçen yüzyılda başka bir gece değil veya beş asır önce ya da on asır?”

“Belki de tarih daha önce hiç 19 Ekim 1969 olmadığı içindir ve şimdi öyle olduğu için böyle; çünkü bu tarih diğer tarihlerden daha anlamlıdır; çünkü bu, her şeyin tüm dünya ile aynı olduğu bir yıldır ve işte bu yüzden artık sona gelindi.”

“Bu gece programlarında, okyanusun her iki kıyısında da bir daha asla yere inmeyecek bombardıman uçakları var.”

“Bu da ‘neden’ in sebebinin bir parçası.”

“Pekala,” dedi kalkarken adam, “simdi ne olacak? Bulaşıklar yıkanacak mı?”

Bulaşıkları yıkadılar ve onları özel bir itinayla yerleştirdiler. Saat sekiz buçukta kızları yatırıp iyi geceler öpücüğü verdiler, başuçlarında ki küçük lambalarını açtılar ve kapıyı biraz aralık bıraktılar.

“Merak ediyorum” dedi adam odadan dönerken ve orada piposu ile bir an için durup arkasına göz gezdirirken.”

“Neyi?”

“Eğer kapı tamamen kapatılacak mı yoksa içeriye biraz ışık girsin diye aralık mı kalacak?”

“Çocuklar biliyorlar mı merak ediyorum.”

“Hayır, tabi ki bilmiyorlar.”

Oturdular, gazeteleri okudular, konuştular, radyo da müzik dinlediler ve sonra saat on buçuğu, onbiri ve onbir buçuğu vururken birlikte şöminenin yanında oturup yanan odunları izlediler. Tüm dünya da , akşamlarını kendi istedikleri şekilde geçiren insanları düşündüler. “Öyleyse,” dedi adam en sonunda.

Karısını uzun bir süre öptü.

“Birbirimize karşı iyiydik, her halükarda.”

“Ağlamak mı istiyorsun?” dedi adam.

“Sanmıyorum.”

Evin içinde ilerlediler, ışıkları söndürdüler, yatak odasına gittiler ve gecenin serin karanlığında soyunarak ve yatak örtüsünü açarak odada dikildiler. “Çarşaflar çok temiz ve hoş.”

“Yorgunum.”

Hepimiz yorgunuz.”

Yatağa girdiler ve sırt üstü yattılar.

“Bir saniye,” dedi kadın.

Adam onun yataktan kalkıp mutfağa gittiğini duydu. Bir süre sonra geri döndü. “Musluğu açık bırakmışım,” dedi.

Bunda komik bir şey vardı ve adam gülmek zorunda kaldı.

Kadın da komik bir şey yaptığını bilerek onunla birlikte güldü. Sonunda gülmeyi kestiler ve el ele tutuşmuş, başları yan yana, serin yataklarında yattılar.

“İyi geceler,” dedi adam bir süre sonra.

“İyi geceler,” dedi kadın.

ROKET

Ray Bradbury

Çeviri: Eda Elmas

Bir çok geceler Fiorello Bodoni , karanlık gökyüzünde uçan roketlerin sesiyle uyanırdı. Zarif eşinin rüya gördüğünden , emin olduğundan kendini dışarının karanlığına atmak için yataktan parmak uçlarıyla fırladı . Birkaç dakikalığına, nehrin yanındaki küçük evden gelen artık yemek kokularından kurtuldu. Bir iki dakika boyunca kalbinin, roketleri takip ederek boşlukta yalnız başına süzülmesine izin verirdi.

Şimdi, tamda bu gece, karanlıkta yarı çıplak durmuş havada uğultular çıkaran ateş fiskiyelerini izliyordu. Roketler uzak vahşi yollarında Mars’a, Saturn’e ve Venüs’e gidiyorlardı

‘‘Evet,evet Bodoni . ’’

Bodoni başladı.

Sakin nehrin kenarında bir süt bidonunun üzerinde, gecenin sessizliğinde roketleri izleyen yaşlı bir adam oturuyordu.

‘‘Aaa, Bramante , sensin!’’

‘‘Her gece dışarı çıkar mısın , Bodoni?’’

‘‘Sadece hava almak için’’

‘‘Yani?Ben roketleri tercih ederim’’ dedi yaşlı Bramante.

Onlar çalışmaya başladığında ben daha bir çocuktum . 8 yıl oldu ve ben hala birine bile binemedim .’’

‘‘Bir gün birine bineceğim’’ dedi Bodoni

‘‘Aptal! Diye bağırdı Bramante. ‘‘ Hiçbir zaman binemeyeceksin. Bu zengin insanların dünyası.’’ Gri başı bir şeyler hatırlamışçasına sarsıldı. ‘‘ Ben gençken bunu ateşli harflerle yazarlardı = GELECEĞİN DÜNYASI ! Bilim , Rahatlık , Herkes için yeni şeyler! Öylemi! 8 yıl. Gelecek şimdi oldu! Roketleri uçuruyor muyuz? Hayır! Biz , bizden önce yaşayan atalarımız gibi kulübede yaşıyoruz.

‘‘Belki oğullarımız—’’ dedi Bodoni

‘‘Hayır, onların oğulları da değil! Diye bağırdı yaşlı adam ‘‘Hayalleri ve roketleri olan zenginlerdir.’’

Bodoni duraksadı. ‘‘ihtiyar, ben 3000 dolar biriktirdim. Bunu biriktirmem 6 yılımı aldı. İşim için , makinelere yatırım yapmak için. Fakat bir aydan beri geceleri uyuyamıyorum. Roketleri duyuyorum.. Düşünüyorum ve bu gece karar verdim içimizden biri mars a uçacak! ‘‘Gözleri parlak ve karanlıktı.

‘‘Ahmak, diyerek sözünü kesti Bramante ‘‘Nasıl seçeceksin? Kim gidecek? Gidersen, uzayda Tanrıya biraz daha yakın olduğun için karın senden nefret edecek. Ona bu garip yolculuğu söylediğinde aradan yıllar geçse bile bu ona bir sıkıntı vermeyecek mi?

‘‘Hayır , hayır!’’

‘‘Evet! Ya çocukların? Onların hayatları , kendileri buradayken Mars’a uçan babalarının anılarıyla dolu olmayacak mı? Çocuklarına yüklediğin nasıl duygusuz bir görev bu! Bütün hayatları boyunca roketi düşünecekler. Uyuyamayacaklar bunu arzulamaktan hasta olacaklar. Senin şimdi hasta olduğun gibi. Eğer gidemezlerse ölmeyi isteyecekler. Seni uyarıyorum , bu amacından vazgeç. Bırak fakirlikleriyle mutlu olsunlar. Onların gözlerini aşağı indir , senin hurda dükkanına , yıldızlara değil.’’

‘‘Ama—’

‘‘Karının gittiğini farz et. Onun gördüğünü fakat senin göremediğini nasıl hissettirir di? O, kutsallaşırdı. Sende onu nehre atmayı düşünürdün. Hayır Bodoni , ihtiyacın olan makineyi al , hayallerini onunla parçala ayır ve ez.’’

Yaşlı adam, gökte alev alan roketin parçalarının boğulduğu nehre bakarken sakinleşti

‘‘İyi geceler,’’ dedi Bodoni

‘‘Güzel bir uyku çek ,’’ dedi diğeri de

Tost gümüş kabından fırladığında, Bodoni birden bağırdı Bütün gece uyumamıştı sinirli çocukları arasında ve asabi karısının yanında , Bodoni iki büklüm olmuş , hiçbir şeye bakamıyordu. Bramante haklıydı parayla yatırım yapmak daha iyi olacaktı. Aileden sadece bir kişi roketi kullanabilecekken ve diğerleri sinirinden kan beyinlerine sıçramış durumdayken neden biriktirsin ki bu parayı?

‘‘Firoello , tostunun ye,’’ dedi , eşi Maria.

‘‘Boğazım kurudu,’’ diye cevap verdi Bodoni

Çocuklar içeri girdiler. 3 oğlu oyuncak bir roket üzerinde kavga ediyor , 2 kızı da Mars,Venüs ve Neptün yerlilerinin kopyaları , üç sarı gözlü, 12 parmaklı yeşil oyuncak bebeklerle oynuyorlardı.

‘‘ Venüs roketini gördüm!’’ diye çığlık attı Paola

‘‘Kalkıyor, vıııuuujjjj!’’ Diye tısladı Antonello

‘‘Çocuklar!’’ diye bağırdı Bodoni elleri ağzında. Babalarına baktılar çok nadir bağırırdı. Bodoni ayağı kalktı ‘‘hepiniz dinleyin,’’ dedi. ‘‘içimizden birini Mars roketine bindirecek kadar param var.’’

Hep bir ağızdan çığlık attılar

‘‘ Anladınız mı? ’’ diye sordu . ‘‘sadece birimiz. Kim ?’’

‘‘Ben, ben, ben!’’ Diye bağrışıyordu çocuklar

‘‘Sen’’ dedi Maria.

‘‘Sen,’’ diye karşılık verdi Bodoni.

Bir sessizlik hakim oldu.

Çocuklar tekrar düşündü. ‘‘Lorenza girsin,o,en büyüğümüz.’’

‘‘Miriamne gitsin, o, bir kız!’’

‘‘Ne göreceğini düşün dedi,’’ dedi karısı, Bodoni’ye.

Ama gözleri yabancılaştı. Sesi titredi. ‘‘Meteorlar , balık gibi. Evren, Ay. Dönüşte, gördüklerini iyi anlatabilecek biri gitmeli. Senin kelimelerle aran iyi.’’

‘‘Saçma . Senin de öyle,’’ diyerek karşı çıktı Bodoni

Herkes ürpermişti

‘‘Gelin’’ dedi Bodoni mutsuzca. Süpürgeden farklı uzunluklarda çöpler kırdı . ‘‘En kısa çöpü çeken kazanır.’’ Avucunda sıktı . ‘‘Seç.’’

Sırayla ve ciddiyetle her biri seçti.

‘‘Uzun çöp.’’

‘‘Uzun çöp.’’

Diğeri

‘‘Uzun çöp.’’

Çocuklar bitmişti. Oda sessizdi.

İki çubuk kalmıştı. Bodoni kalbinde bir ağrı hissetti ‘‘ Şimdi Maria’’ diye fısıldadı.

Çekti

‘‘Kısa çubuk,.’’dedi

‘‘Ah , ’’ diye iç geçirdi Lorenza , yarı mutlu yarı üzgün. ‘‘Annem Maria gidiyor ’’

Bodoni gülmeye çalıştı. ‘‘Tebrikler. Biletini bugün alacağım.’’

‘‘Bekle, Fiorella—’’

‘‘Gelecek hafta gidebilirsin, ’’ dedi mırıldandı . Çocuklarının düz ve geniş burunlarının altındaki gülümsemeyle beraber onların hüzünlü bakışlarını hissetti üzerinde. Çubuğu yavaşça kocasına getirdi ‘‘Marsa gidemem,’’ dedi

‘‘Ama neden? ’’

‘‘Yeni bebeğimle meşgul olacağım.’’

‘‘Ne!’’

Kocasına bakmadı ‘‘Benim durumumda olan birinin seyahat neyine!’’

Kollarından tuttu. ‘‘Bu doğru mu?’’

‘‘Tekrar çekin. Bu sayılmaz ’’

‘‘Neden bana daha önce söylemedin? ’’ dedi inanmayarak

‘‘Aklıma gelmedi ’’

‘‘Maria, Maria, ’’ diye fısıldadı yüzünü okşayarak. Sonra çocuklara döndü . ‘‘Tekrar çekin ’’

Paola ilk seferde kıssa çubuğu seçti.

‘‘Mars’a gidiyorum! ’’ Deli gibi dans etti. ‘‘Teşekkürler,baba! ’’

Diğer çocuklar uzaklaştılar. ‘‘Bu çok güzel Paola. ’’

Paola , kardeşlerini ve anne babasını gözden geçirmek için gülmeyi bıraktı. ‘‘Gidebilirim değil mi? ’’ diye sordu şüpheli bir şekilde

‘‘Evet ’’

‘‘Ve geri döndüğümde beni seveceksiniz? ’’

‘‘Elbette ’’

Paola, titreyen ellerindeki değerli süpürge çöpünü inceledi ve birden kafasını salladı. Onu uzağa fırlattı. ‘‘Unutmuşum okullar başlıyor. Ben gidemem tekrar çekin ’’

Ama hiçbiri çekmedi büyük bir hüzün vardı üzerlerinde

‘‘Hiçbirimiz gitmeyecek dedi Lorenzo’

‘‘En iyisi bu’’ dedi Maria

‘‘Bramante haklıydı. ’’ dedi Bodoni

Boğazına dizilen kahvaltısıyla Firoella Bodoni hurda dükkanında çalışıyor metalleri kesiyor, eritiyor ve kullanabilir parçaları ayırıyordu. Yaptığı aleti parçalara ayırdı ; yarış hırsı 20 yıldır onu fakirliğin deli yanında tutuyordu. Çok kötü bir sabahtı

Öğleden sonra hurda dükkanına bir adam girdi ve enkaz yığın haline gelmiş makinesi için Bodoni’yi çağırdı. ‘‘Hey Bodoni Elimde sana göre metal var!’’

‘‘Nedir o, Bay Mathews? ’’ diye keyifsizce sordu Bodoni.

‘‘Bir roket gemisi. Sorun nedir istemiyor musun? ’’

‘‘Evet, evet’’ ! Adamın kolunu tuttu, durdu ve sersem gibiydi

‘‘Elbette ’’ dedi Mathews, ‘‘bu sadece bir minyatürü.Bilirsin,bir roket yapmayı planladıklarında ilk olarak alüminyumdan tam bir minyatürünü yaparlar. Belki sen de bunu eriterek bir kar elde edebilirsin. 2000 dolara sende sahip— ’’

Bodoni eliyle göstererek benim param yok,’’ dedi

‘‘Üzgünüm. Sana yardım edeceğimi sanmıştım. Geçen sefer herkesin hurda fiyatlarını nasıl arttırdığını söylediğinden bahsetmiştik. Bunu sana gizlice veririm diye düşünmüştüm. Neyse---’’

‘‘Yeni aletlere ihtiyacım var. Bunun için para biriktirdim ’’

‘‘Anladım ’’

‘‘Eğer roketi alsaydım, onu eritemezdim. Geçen hafta alüminyum ocağım bozuldu ’’

‘‘Tabi ’’

‘‘Eğer roketi senden alsaydım muhtemelen onu kullanamazdım ’’

‘‘Biliyorum ’’

Bodoni gözlerini kırptı ve kapadı. Sonra açtı , Bay Mathew’e baktı ‘‘Ama ben büyük bir aptalım. Paramı bankadan çekip sana vereceğim ’’

‘‘Ama roketi eritemezsen— ’’

‘‘Getir onu ’’ dedi Bodoni

‘‘Tamam, öyle diyorsan. Bu gece mi? ’’

‘‘Bu gece ,’’ dedi Bodoni, iyi olacak. Evet bu gece bir roket gemisine sahip olmak istiyorum.’’

Ay görünmüştü. Roket, hurdalıkta beyaz ve büyük duruyordu. Ayın beyazlığı ve yıldızların maviliğini tutuyordu. Bodoni ona baktı ve ona karşı bir sevgi duydu. Ona dokunmak, onu yanaklarına bastırmak, onun yanına uzanıp yüreğindeki bütün sırları ona anlatmak istiyordu.

Öylece ona bakakaldı. “Sen benimsin” ,dedi. “Hiç ateşlenip hareket etmeyecek olsan da, yalnızca orada durup yıllar geçtikçe paslanacak olsan da, sen benimsin.”

Roket, zaman ve uzaklık kokuyordu. Bu, bir saatin içinde dolaşmak gibiydi. İsviçre inceliğiyle yapılmıştı. Birisi onu saatinin cebine takabilirdi. “Bu gece burada uyuyabilirim,” diye fısıldadı Bodoni.

Pilot koltuğuna oturdu.

Bir kaldıraca dokundu.

Bir şeyler mırıldandı ve gözlerini kapattı.

Yumrukları kontrol panelinin üzerinde uçuşup kapalı gözleri kıpraşırken mırıltı yükseliyordu, daha yüksek, daha çok, daha çok, daha vahşi, daha canlı, daha titrek ve onu ve metal çığlıklarıyla gümbürdeyen sessizlikteki gemiyi ileri geri itiyordu. Soluk alıp verdi. Tekrar mırıldanmaya başladı ve mırıltı durmadı, durduramıyordu, sadece devam edebiliyordu, gözleri daha gergin ve kalbi korku içindeydi. “Kalkıyoruz,” diye bağırdı. Sarsıntılı bir çarpışma! Gök gürültüsü! “Ay!” diye bir çığlık attı. Gözleri sıkıca kapalıydı. “Meteorlar! Volkan ışıkları içinde sessiz bir hamle. “Mars. Aman Tanrım. Mars! Mars!”

Nefesi kesik ve bitkin bir şekilde arkasına yaslandı. Titreyen elleri kontrolü bıraktı ve başını sertçe arkaya eğdi. Soluk alıp veriyor, kalbi yavaşlıyordu. Uzun süre bu durumda oturdu.

Yavaş yavaş gözlerini açtı.

Hala hurdaların içindeydi.

Kıpırdamadan öylece oturdu.

Bir süre gözlerini ayırmadan metal yığınlarına baktı. Sonra yerinden fırladı ve kaldıraçları tekmeledi. “Havalan kahrolası!”

Gemi sessizdi.

“sana göstereceğim!” dedi bağırarak.

Gecenin karanlığında tökezleyerek enkaz olmuş makinesinin motorunu çalıştırdı ve roketi ilerletti. Hurda yığınını ay ışığına doğru itti. Bu küstahça hayalini, bütün parasını yatırdığı ve hiçbir zaman kımıldamayacak olan bu aptal şeyi parçalara ayırıp ezmek ve dağıtmak için titreyen ellerini hazırladı.

Ama eli öylece kaldı. Gümüş roket ay ışığında yatıyordu ve üzerinde evinin ılık ılık yanan ışıkları duruyordu. Aile radyosunda çalan hafif müziği duydu. Roketi ve evin ışıklarını düşünerek yarım saat oturdu, gözleri büyüdü ve küçüldü. Makine yığınlarının üzerinden indi, yürümeye başladı. Yürürken de gülmeye başladı ve evin kapısına vardığında derin bir nefes alıp bağırdı, “Maria, Maria, toplanmaya başla. Mars’a gidiyoruz.”

“Ohh!”

“Ahh!”

“Buna inanamıyorum!”

“İnanacaksın.”

Çocukları parlayan roketin altında ama ona dokunmadan rüzgarlı avluda dengede durmaya çalışıyorlardı. Ağlamaya başladılar.

Maria kocasına baktı. “Ne yaptın?” dedi. “Paramızı buna mı yatırdın? Hiçbir zaman uçmayacak.”

“Uçacak,” dedi ona bakarak.

“Roket gemileri milyonlara mal olur. Senin milyonların var mı?”

“Uçacak,” diyordu tekrar tekrar. “Şimdi eve gidin hepiniz. Telefon etmem lazım, yapacak işlerim var. Yarın ayrılıyoruz. Kimseye söylemeyin, anlaşıldı mı? Bu bir sır.”

Çocuklar sendeleyerek roketin etrafından dağıldılar. Uzakta, evin penceresinde onların küçük telaşlı yüzlerini gördü.

Maria kıpırdamıyordu. “Hepimizi mahvettin,” dedi. “Paramızı bunun için harcadın—bunun için. Aletlere harcaman gerekirken.”

“Göreceksin,” dedi.

Maria tek söz söylemeden dönüp gitti.

“Tanrım, yardım et bana,” diye fısıldadı ve kollarını sıvadı.

Gece yarısı boyunca traktörler geldi, paketler dağıtıldı. Bodoni banka hesabını gülerek tüketmişti. Metal şeritleri ve alev lambasıyla bir hamlede işe girişti, ekledi, çıkardı, ateşli büyüler ve gizli aşağılamalar yaptı. Roketin boş cihaz kutusunun içine dokuz tane eski otomobil motoru eritti. Sonra makine kutusunu kapatmak için kaynak yaptı ve böylece onun gizli işinden hiçbir eser kalmadı.

Gün doğarken mutfağa girdi. “Maria,” dedi. “Ben kahvaltı için hazırım.”

Maria onunla konuşmadı.

Gün batarken Bodoni çocukları çağırdı. “Biz hazırız! Gelin!” ev sessizdi.

“Onları dolaba kilitledim,” dedi Maria.

“Nasıl yani?” diye sordu Bodoni.

“O roketle öleceksiniz,” dedi karısı. “ 2000 dolara nasıl bir roket alabilirsin ki? Berbat bir tane!”

“Dinle beni, Maria.”

“Patlayacak. Patlamasa bile sen bir pilot değilsin.”

“Olabilir, bu gemiyi havalandırabilirim. Onu tamir ettim.”

“Sen delirmişsin,” dedi Maria.

“Dolabın anahtarları nerede?”

“Bende.”

Elini uzattı, “Ver onu bana.”

Anahtarı verdi. “Onları öldüreceksin.”

“Hayır, hayır.”

“Evet bunu yapacaksın. Hissediyorum.”

Karısının önünde durdu. “Gelmeyecek misin?”

“Ben burada kalacağım,” dedi.

“Anlayacaksın, göreceksin o zaman,” dedi ve güldü. Dolabı açtı. “Gelin çocuklar. Babanızı izleyin.”

“Güle güle, güle güle, anne!”

Mutfağın penceresinden gayet sessiz ve sakin onlara bakıyordu.

Roketin kapısında babaları, “Çocuklar! Bir hafta içinde dönmüş olacağız. Sizin okula benim de işe gitmem gerek,” dedi. Çocukların elinden tuttu. “Dinleyin. Bu roket çok eski ve en fazla bir yolculuğu kaldırabilir. Bir daha uçamayacak. Bu hayatınızın yolculuğu olacak. Gözlerinizi dört açın.”

“Tamam, baba.”

“Kulaklarınızı açın ve dinleyin. Roketin kokusunu içinize çekin. Hissedin. Hatırlayın. Böylece, döndüğünüzde bunu bütün hayatınız boyunca konuşacaksınız.”

“Olur, baba.”

Gemi,durmuş bir saat kadar sessizdi. Arkalarından hava kilidi tıslayarak kapandı. Çocukların hepsini lastik hamağın içine küçük mumyalar gibi dizdi. “Hazır mısınız?” diye sordu.

“Hazırız!” dediler hep bir ağızdan.

“Kalkıyoruz!” On tane elektrik düğmesini kaldırdı. Roket gümbürdedi ve yerinden fırladı. Çocuklar hamaklarında çığlıklar eşliğinde dans ediyorlardı.

“İşte Ay yaklaşıyor!”

Hayallerindeki Ay. Meteorlar donanma fişeklerini yarıp geçiyordu. Zaman, gaz kümeleri içinde akıp gidiyordu. Çocuklar bağırıyorlardı. Saatler sonra hamaklarından salındıklarında kıyılardan etrafı incelediler. “Dünya orada!”. “Mars şurada!”.

Saat kadranı döndükçe roket arkasında pembe ateş yığınları bırakıyordu; çocukların gözleri kapandı. En sonunda, hepsi sarhoş güveler gibi koza olan hamaklarında asılı kaldılar.

“İyi,” diye fısıldadı Bodoni. Tek başınaydı.

Uzun zamandır korkuyla durduğu kontrol odasından parmak uçlarına basarak hava kilit kapısına geçti.

Bir düğmeye bastı. Kapı açıldı. Dışarı adım attı. Boşluğa mı? Gazlı meşalelere ve karanlık meteor gelgitlerine mi? Geçtikleri binlerce mile ve sonsuz evrene mi?

Hayır. Bodoni gülümsedi.

Parlak roket hakkında her şey hurda dükkanında duruyodu.

Aynı denize akan nehir, ışığı yanan mutfak penceresi, nehrin yanındaki küçük, sessiz ev ve hurda dükkanının kapısı paslı ve değişmemiş bir şekilde oradaydı. Büyülü bir hayali andıran hurda dükkanının ortasında parlak ve temiz roket duruyordu. Çocuklar ağa takılmış sinekler gibi zıplıyor, titriyor ve sallanıyorlardı.

Maria mutfağın penceresinde dikilmiş duruyordu.

Bodoni ona el salladı ve gülümsedi.

Ama karısının el sallayıp sallamadığını göremedi. Küçük bir kıpırtı belki. Küçük bir gülümseme.

Güneş yükseliyordu.

Bodoni roketin içinde aceleyle kendini geri çekti. Sessizlik. Daha herkes uyuyordu. Rahat bir nefes aldı. Kendini hamağa bağladı ve gözlerini kapattı. Dua etti. Önümüzdeki 6 gün içinde hiçbir yanılsama olmasına izin verme. Bütün uzayı gezip görmemize, Kızıl Mars’ın ve Mars’ın uydularının üzerinden geçmemize izin ver. Bu renkli filmde hiçbir kusur olmasına izin verme. Üç boyutlu olmasına izin ver, iyi yanılsamalar üreten gizli ekran ve aynalarda her şeyin yolunda gitmesine izin ver. Zamanın sorunsuz geçmesine izin ver.

Uyandı.

Roket Kızıl Mars’ın yanından geçiyordu.

“Baba!” Çocuklar hamaklarından kurtulmaya çalışıyorlardı.

Bodoni Kızıl Mars’ı gördü, güzeldi ve hiçbir kusur yoktu, artık çok mutluydu.

Yedinci günün batımında roketin gümbürtüsü durdu.

“Evdeyiz,” dedi Bodaoni.

Yüzleri parlayarak içleri kıpır kıpır roketin açık kapısından hurda dükkanına doğru yürüdüler.

“Hepiniz için et ve yumurta var,” dedi Maria mutfak kapısından.

“Anne, anne, bizimle gelip onu, Mars’ı, meteorları, her şeyi görmeliydin anne!”

“Evet,” dedi.

Uyku zamanı çocuklar, Bodoni’nin önünde toplandılar. “Sana teşekkür etmek istiyoruz, baba.”

“Önemli değil.”

“Bunu her zaman hatırlayacağız, baba. Asla unutmayacağız.”

Gece geç vakitte Bodoni gözlerini açtı. Karısının yanında uzanıp onu izlediğini hissetti. Uzun bir zaman kımıldamadı ve sonra birden kocasının yanaklarından ve alnından onu öptü. “Bu da neydi?” dedi Bodoni.

“Sen bu dünyadaki en iyi babasın,” diye fısıldadı.

“Neden?”

uzandı, gözlerini kapadı, elini tuttu. “Çok mu güzel bir yolculukta?” diye sordu.

“Evet,” dedi.

“Belki,” dedi Maria, “belki beni de küçük bir seyahate götürürsün, değil mi?”

“Belki küçük bir seyahat olabilir,” dedi.

“Teşekkür ederim,” dedi. “İyi geceler.”

“İyi geceler,”dedi Fiorello Bodoni.

ANAYOL

Ray Bradbury

Çeviren: Merve Yaldır

Serinletici akşamüzeri yağmuru, işlenmiş dağ tarlalarındaki mısırlara uğradıktan ve kulübenin kuru yeşillikli çatısına hafifçe vurduktan sonra vadiyi ziyarete geldi. Yağmurlu karanlıkta kadınlar püskürük kayalar arasında durmadan çalışarak mısır öğütüyordu. Nemli karanlığın içinde bir yerlerde bir bebek ağlıyordu.

Hernando, tahta sabanı tekrar tarlaya götürebilmek için yağmurun dinmesini bekliyordu. Aşağıda, nehir çamur köpürtüyordu ve yatağında yoğunlaşmıştı. Donmuş anayol, başka bir nehir, hiç akmıyordu; bomboş ve parlayarak uzanıyordu. Bir saat içinde nehir boyunca hiçbir araba gelmedi. Bu, esasında olağandışı bir durumdu. Yıllar boyunca birinin arabasını durdurup “Hey oradaki fotoğrafını çekebilir miyiz?” demediği bir saat olmamıştı. Elinde şaklayan bir kutu ve bozuk para olan biri. Eğer Hernando şapkasını çıkartıp yavaşça tarlaya doğru yürürse, onlar bazen “Biz senin şapkanı giymeni istiyoruz” derdi. Ve onlar, zamanı anlatan veya onları tanımlayan veya başka bir şey değil sadece örümceğin gözleri gibi güneş ışığında parlayan altın dolu ellerini Hernando’ya sallardı. O da şapkasını almak için dönüp geri giderdi.

Karısı sordu:”Bir sorun mu var Hernando?”

“Si(1).Yol. Fena bir şey oldu. Yolun bu kadar tenha olmasına neden olan fena bir şey.

Yağmur, giydiği yeşillikle sarılı ve kalın lastik ayakkabılarını yıkarken, Hernando yavaşça ve kolaylıkla kulübeden uzaklaştı. Giydiği ayakkabıların hikâyesini çok iyi hatırlıyordu. Bir gece, tekerlek tavukları ve horozları patlatarak şiddetle kulübenin içine dalmıştı. Süratle yuvarlanarak yalnız başına gelmişti. Tekerleğin koptuğu araba viraja kadar hızla ilerlemişti ve nehre düşmeden önce bir süre farları açık asılı kalmıştı. Araba hala orada. Herhangi biri nehrin yavaş aktığı ve çamurun durulduğu güzel bir günde onu görebilir. Nehrin en dibinde metali parlayan, uzun, alçak ve çok zengin görünümlü araba yatıyor. Ama sonra çamur tekrar geliyor ve hiçbir şey göremiyorsunuz.

Tekerleğin gelmesini takip eden gün, Hernando ayakkabı tabanlarını tekerleğin lastiğinden keserek şekil vermişti.

Hernando şimdi anayola ulaştı, yağmurda çıkardığı ufak sesleri dinleyerek onun üzerinde dikiliyordu.

Sonra, aniden, sanki bir işaret gibi, arabalar gelmeye başladı. Çok geçmeden yüzlercesi, metrelercesi Hernando’nun yanından hızla akıyordu. Büyük, uzun, siyah arabalar, gürleyerek ve virajları büyük bir hızla alarak Amerika’nın kuzeyine doğru ilerliyordu. Kesintisiz bir rüzgâr ve korna sesiyle. Ve arabalara dolmuş insanların yüzünde Hernando’yu derin bir sessizliğe iten bir şeyler vardı. Arabaların gürleyerek ilerlemesine izin vermek için geri çekildi. Yorulana kadar onları saydı. Beş yüz, bin tane araba geçti ve hepsinin yüzünde bir şeyler vardı. Ama arabalar Hernando’nun bu şeyi anlayabilmesi için çok büyük bir süratle ilerliyordu.

En sonunda sessizlik ve tenhalık geri döndü. Hızlı, uzun, alçak ve üstü açılabilen spor arabalar gitmişti. Son korna sesinin de kesildiğini duydu.

Yol tekrar açılmıştı.

Sanki bir cenaze korteji gibiydi. Ama vahşi, yarış gibi, kuzey tarafına yapılan en gürültülü türden bir merasim. Neden? Hernando sadece kafasını yanlara doğru sallayıp nazikçe parmaklarını ovalayabildi.

Şimdi, sadece son bir araba. Onunla ilgili son bir şey vardı. Dağ yolundaki seyrek ve soğuk yağmurun içinden büyük buhar bulutları çıkartan eski bir Ford geldi. Elinden geldiğince süratli bir şekilde ilerliyordu. Hernando her an arabanın parçalara ayrılmasını bekliyordu. Bu eski çamurla kaplı ve paslı Ford Hernando’yu görünce radyatörden kızgınca kabarcıklar çıkartarak durdu.

“Biraz su alabilir miyiz acaba senor(2)?”

Arabayı genç, muhtemelen yirmi bir yaşında bir adam sürüyordu. Sarı bir hırka, açık yakalı beyaz bir gömlek ve gri bir pantolon giyiyordu. Üstü açık arabada, yağmur O’nun ve arabanın içine sıkışmaktan dolayı kıpırdayamayan beş genç kadının üstüne yağıyordu. Hepsi çok güzeldi ve eski gazete parçalarıyla, kendilerini ve sürücüyü yağmurdan korumaya çalışıyorlardı. Ama yağmur onların parlak giysilerini ve genç adamı ıslatarak onların üstüne yağdı. Saçları yağmurdan dolayı yapışmıştı. Ama aldırmıyorlardı. Hiçbiri şikâyet etmiyordu ki bu tuhaftı. Onlardan önce hep yağmurdan, sıcaktan, zamandan, soğuktan, uzaklıktan şikâyet etmişlerdi.

Hernando başını eğdi.”Size su getireceğim.”

“Oh lütfen acele et!” dedi kızlardan bir tanesi. Kibirli ve korkmuş görünüyordu. Onda sabırsızlık yoktu sadece korku dolu bir istek vardı. Bir turistin isteği karşısında Hernando ilk defa koştu, önceleri böyle istekler karşısında hep daha yavaş yürümüştü.

Bir tekerlek kapağı dolusu suyla geri döndü. Bu da anayoldan bir hediyeydi. Bir öğleden sonra, fırlatılmış bir madeni para gibi arazisine gelmişti, yuvarlak ve parlak. Ait olduğu araba, gümüş bir göz kaybettiği gerçeğinden habersiz, ortadan kaybolmuştu. Şu ana kadar Hernando ve karısı kapağı bulaşık yıkamak ve yemek pişirmek için kullandı, iyi bir kase görevi görmüştü.

Hernando suyu kaynayan radyatöre dökerken, onların felakete uğramış yüzlerine baktı. Kızlardan biri “Oh, teşekkür ederiz, teşekkür ederiz” dedi. “Bunun ne anlama geldiğini bilemesin.”

Hernando güldü.”Bu saatte çok trafik olur. Hepsi tek yöne gider. Kuzey”

Onları üzecek bir şey söylemek niyetinde değildi. Ama oraya tekrar baktığında hepsi yağmurun altında oturuyordu ve ağlıyorlardı. Çok fazla ağlıyorlardı. Ve genç adam omuzlarına dokunarak ve hafifçe sarsarak onları durdurmaya çalışıyordu, ama onlar sayfaları kafalarının üstünde tutuyordu ve ağızları oynuyordu ve gözleri kapalıydı ve yüzlerinin rengi değişti ve ağlamaya başladılar, bazıları sesli bazıları sessiz.

Hernando elindeki yarısı boş kapakla dikiliyordu. Özür diledi; “Ben bir şey söylemek istemedim senor.”

“Önemli değil” dedi sürücü.

“Sorun nedir, senor?”

“Duymadın mı?” diye cevap verdi genç adam, dönerek, tekerleği tek eliyle sıkıca tutarak ve ileriye meyil ederek. “Oluverdi.”

Bu kötüydü. Diğerleri, bunun üzerine; birbirlerine tutunarak, gazeteleri unutarak ve yağmurun yağıp gözyaşlarıyla karışmasına izin vererek daha çok ağladılar.

Hernando sertleşti. Kalan suyu da radyatöre koydu. Rüzgârla simsiyah olan gökyüzüne baktı. Hızla akan nehre baktı. Ayakkabılarının altındaki asfaltı hissetti.

Arabanın yanına geldi. Genç adam elini uzattı ve O’na bir peso verdi. “Hayır.” Hernando onu geri verdi. “Benim için bir zevkti.”

“Teşekkür ederim, çok naziksin” dedi kızlardan biri hala ağlayarak; “Anne, Baba. Evde olmak istiyorum, evde olmak istiyorum. Anne, Baba” ve diğerleri onu tuttu.

“Duymadım senor” dedi Hernando sessizce.

“Savaş!” diye bağırdı genç adam, sanki kimse duyamamış gibi. “Nükleer savaş, dünyanın sonu geldi!”

“Senor,senor “dedi Hernando.

“Teşekkür ederim, yardımın için teşekkür ederim. Güle güle” dedi genç adam.

“Güle güle” dedi hepsi, yağmurun altında, Hernando’yu görmeden.

Araba vitesini ayarlayıp, vadiye doğru ezbere gidip, yavaşça gözden kaybolurken Hernando dikiliyordu. Sonunda o araba da gitti, içinde kafalarının üzerinde gazete tutan ve sallandıran genç kadınların bulunduğu son araba.

Hernando uzun bir süre kıpırdamadı. Soğuk yağmur yanaklarından aşağıya, parmaklarına ve bacağındaki işlenmiş giysiye doğru yağıyordu. Gergin ve sinirli olarak beklerken nefesini tuttu.

Anayola bakıyordu, ama yine kıpırdamıyordu. Uzun süre boyunca da çok fazla kıpırdamayacağından şüphelendi.

Yağmur kesildi. Bulutların arasından gökyüzü görünüyordu. Kötü hafif bir rüzgâr gibi, on dakika içinde, fırtına kaybolmuştu. Tatlı bir esinti ormanın kokusunu ona kadar ulaştırdı. Nehrin yumuşakça ve kolayca, yatağı boyunca ilerlediğini duyabildi. Orman yemyeşildi, her şey çok tazeydi. Evinin arazisine doğru yürüdü ve sabanını aldı. Elindeki sabanla güneşten yanmaya başlayan gökyüzüne baktı.

Karısı başını işinden kaldırıp seslendi. “Ne oldu Hernando?”

“Yok bir şey “ diye cevap verdi.

Sabanı oluğa sapladı ve sertçe eşeğine seslendi; “Burrrrr-o…!”(3) Ve beraberce berrak gökyüzünün altında, derin nehrin yanındaki işlenmiş topraklarının üzerinden zengin tarlalara doğru yürüdüler.

“‘Dünya’ derken ne demek istediler?” dedi Hernando.

1.Si = Evet

2.Senor = Bay

3.Burro = Eşek


CINNAMON

Neil Gaimon

Çeviri: Kerim Akat

Cinnamon, uzun zaman önce her şeyin çok eski olduğu, şirin, sıcak bir ülkede prensesti. Gözleri inciydi ki bu ona muhteşem bir güzellik katıyordu; ama bu onun kör olduğu anlamına geliyordu. Onun dünyası incilerin rengiydi; solgun beyaz ve pembe ile yumuşak sıcaklık.

Cinnamon konuşmuyordu.

Babası ve annesi, Rajah ve Rani, Cinnamon’u konuşturabilecek kişiye sarayda bir oda, çorak mango ağaçlarının olduğu bir bahçe, minelerle sert tahtaya işlenmiş Rani’nin teyzesinin bir resmini ve yeşil bir papağanı vaat ediyorlardı.

Ülkeyi bir taraftan dağlar, bir taraftan da gür orman çevrelemişti; bu yüzden çok az kişi Cinnamon’a konuşmasını öğretmek için gelebiliyordu. Fakat yine de gelirler, saraydaki odada kalırlar, mango ağaçlarının olduğu bahçeyi işlerler, papağanı beslerler, (Şimdi yaşlı, yaşlılığın verdiği solgunluk ve çizgileri olan, hüsrana uğramış biri olmasına rağmen, kendi günlerinin takdir edilecek güzelliği olan ) Rani’nin teyzesinin resmine öykünürler ve sonunda hayal kırıklığıyla küçük kıza lanet ederek saraydan ayrılırlardı.

Bir gün saraya bir kaplan geldi. Büyük ve güçlüydü, kâbus gibiydi, siyah ve turuncu içinde ve tanrı gibi hareket etti ki kaplanlar böyle hareket ederler. İnsanlar korkmuştu.

Rajah, “Korkulacak bir şey yok, çok az kaplan insan yer” dedi.

“Ancak ben yiyenlerdenim” diye yanıt verdi, kaplan.

Kaplan, insanların korkularını alevlendirecek bir şey yapmamasına rağmen, herkes çok korkmuştu.

Rajah, “Yalan söylüyor olabilirsin!” diye devam etti.

Kaplan, “Yalan söylüyor olabilirim ama söylemiyorum. Şimdi kıza konuşmasını öğretmek için buradayım.” dedi.

Rajah, Rani’ye danıştı ve sert sopalarla kaplanın şehir dışına çıkarılması fikrine sahip Rani’nin teyzesi karşı çıksa da kaplana sarayda bir oda gösterildi, mineli Rasim ve mango bahçesinin tapusu verildi. Ses çıkartmamış ve yerleşip inmeyi reddettiği tavana uçmamış olsaydı, papağan da ona verilecekti.

Cinnamon, kaplana odasında gösterildi.

“Kaplana binmek için gitmiş Riga’lı bir kız vardı. Onlar içerdeki bayanla gezintiden geri geldiler ve kaplanın yüzünde bir tebessüm.”diye tavandaki yerinden seslendi, papağan.

Rani’nin teysesi, “Kuş bile biliyor” dedi.

Kaplan, “Beni kızla bırakın” dedi.

Ve Rajah ve Rani ile Rani’nin teyzesi ve saray çalışanları, gönülsüzce küçük prensesi canavarla birlikte bıraktılar.

Kaplan, elini Cinnamon’un eline koydu.

“Acı” diye seslendi, kaplan ve pençesini Cinnamon’un avucunda bir iğne şiddetinde yaydı. Onun yumuşak esmer tenini deldi ve küçük kızın avucunda bir damla kan belirdi.

Cinnamon sızlandı.

“Korku” diye seslendi bu defa; güçlükle duyulabilecek sessizlikte gürlemeye başladı, gürleme gitgide çoğalarak sürdü ve uzak bir volkan gibi şiddetli bir hal aldı ki bu sarayın duvarlarını sarstı.

Cinnamon titredi.

“Sevgi” diye seslendi, kaplan son defa ve kaba kırmızı diliyle Cinnamon’un yumuşak esmer yüzünü ve avucundaki kanı yaladı.

Cinnamon, “Sevgi?” diye alışılmadık bir yabancı ve buğulu sesle mırıldandı.

Ve kaplan ağzını açtı, aç bir tanrı gibi sırıttı ki kaplanlar böyle sırıtırlar.

Ay, o gece dolunaydı.

Kaplan ve küçük kızın odadan dışarı çıktığı an, parlak bir sabahtı. Ziller vuruluyor, kuşlar ötüyor ve kaplan ve Cinnamon, yaşlı uşaklar tarafından yelpazelenen kral odasındaki Rajah ve Rani’ye doğru yürüyorlardı. Rani’nin teyzesi, çayını yudumlayarak odanın bir köşesinde kınarcasına oturuyordu.

Rani, “Hala konuşabiliyor mu?” diye sordu.

Kaplan “Neden kendine sormuyorsun?” diyerek yanıt verdi.

Rajah, Cinnamon’a “Konuşabiliyor musun?” diye sordu.

Kız, başını salladı.

Rani’nin teyzesi, “Hıh” diye kırıttı ve “O, sırtını yalayabildiği kadar konuşabilir” dedi.

Rajah, “Sessizlik” diye Rani’nin teyzesine konuştu.

Annesi, “Öyleyse neden konuşmuyordun” diye sordu.

Rani’nin teyzesi, bir sopayı parmağı gibi sallayarak; “Şimdi o konuşmuyor. Bu kaplan sesini değiştiriyor” diye homurdandı.

Rajah, “Biri bu kadını susturabilir mi?” dedi.

Kaplan, “Onları susturmak konuşturmaktan daha kolaydır” dedi ve konuyla ilgilendi.

Ve Cinnamon, “Neden mi? Çünkü konuşacak bir şeyim yoktu.” dedi.

“Ya şimdi?” diye sordu, babası.

“Ve şimdi kaplan, bana ormanı, maymunların muhabbetini, şafağın kokusunu, ay ışığının tadını, bir göl dolusu flamingonun açık havayla buluşunca çıkardıkları sesleri anlattı.” diye yanıt verdi, Cinnamon. Ve devam etti “Ve söylemen gereken şey şudur ki ben bu kaplan ile gidiyorum.”

Rajah, “Bunu yapamazsın, yasaklıyorum” dedi.

Cinnamon, “Bir kaplana yapmak istediği şeyi yasaklamak zordur.” dedi.

Ve Rajah ve Rani, sorun üzerine biraz düşündükten sonra, bunun doğru olduğuna kara verdiler.

Rani, “Ve ayrıca; Cinnamon, gerçekten orada daha mutlu olabilir.” dedi.

“Fakat saraydaki odaya ne olacak? Ya mango bahçesine? Ya papağana? Peki ya Rani’nin teyzesinin resmine? Dünyada başarı için bir yer olduğunu düşünen Rajah, bunları sordu.

Kaplan, “Onları insanlara verin.” dedi.

Ve böylece, Prenses Cinnamon’un artık konuşabildiğine fakat daha iyi konuşmasını öğrenmek için aralarından ayrılacağına ve papağanın, resmin, mango bahçesinin gururlu sahiplerinin artık şehir halkı olduğuna dair, şehre bir duyuru yapıldı.

Kasabanın meydanında bir kalabalık toplandı, daha sonra sarayın kapısı açıldı ve kaplan ile prenses göründü. Kaplan, küçük prenses sırtında kalabalığın içine doğru yavaşça yürüdü, küçük kız kaplana sımsıkı tutunuyordu ve kısa süre sonra ormanın içinde kayboldular, tıpkı bir kaplanın kayboluşu gibi.

Sonunda hiç kimse yenmemişti. Sadece kasabanın meydanına asılan, sonsuza kadar genç ve güzel kalacak resmiyle hafızalara kazınan Rani’nin yaşlı teyzesi, öylece hatırlanacaktı.